Yükselen Sağ, Kaybolan Sağduyu

 

Almanya’nın ve de uluslararası kamuoyunun günlerdir gündemini meşgul eden Fransa’daki başkanlik seçimlerini Nicolas Sarkozy kazandı.

Sevindiğimi söyleyemem, nedenini bilmiyorum. ;)

Keşke Segolene Royal kazansaydı.

Geçmiş olsun.

Şimdi, madem elimizde Sarkozy var o zaman onunla geçinmeye bakacağız.

Kısaca tanıyalım kendisini:

Macar-Yunan kökenli bir aileden geliyor Sarkozy. Bir politikacinin politik yaşamında gelebileceği en uç noktaya 52 yaşında erişmek güzel bir duygu olmalı. Hele de 28 yaşında belediye başkanlığı ile işe başlayıp ekonomi ve maliyeden sorumlu süper bakanlığa oradan içişleri bakanlığına kadar Fransız siyasetinde önemli kademelerde görev yapmış hırslı ve cesur bir siyasetçi için, yarı başkanlık sistemi ile yönetilen Fransa’nın zirvesindeki adam olmak, kazanılmış bir zaferdir. Durum değerlendirmesi yaparken, nereden baktığımız çok önemlidir.

Fransa, nüfusunun yaklaşık % 9 ‘unu müslümanların, % 6’ sını yabancıların oluşturduğu, uzun bir göç geçmişi olan dolayısıyla da Almanya gibi göç ve integration sorunlarıyla boğuşan bir ülkedir. Bunun dışında %10 lara varan işsizlik rakamlarıyla da ekonomisi Almanya’nın da gerisindedir. (*)

60 milyonluk kozmopolit bir Avrupa ülkesinin başkanı olmak kolay bir iş değildir ve Sarkozy de bunun bilincindedir.

Daha çok yakın bir geçmişte içişleri bakanıyken sokaklara dökülen insanları ‘ayak takımı’, ‘kurtulunması gereken atıklar’ olarak niteleyen, sorunları küçümseyerek, sertlikle olayları bastırmaya çalışan Nicolas Sarkozy, bugün halkını kucaklayan, yalnızca elitler tarafından değil halkın tümü tarafından anlaşılan, halkına umutlu yarınlar hazırlamak isteyen bir başkan olmak istediğini söylüyor.

Seçilmiş olmanın rahatlığı ve mutluluğu ile bu sözleri sarfeden Sarkozy’nin, ezici çoğunluğun değilse de ‘yeterli’ çoğunluğun gönlündeki lider olduğu söylenebilir. Yeterli çoğunluk için, Sarkozy’nin klasik siyasetçi ve muhafazakar sağ söylemleri; özellikle yabancılar, göçmen politikası ve Avrupa Birliği ile ilgili olan çıkışları oldukça etkili olmuş olmalı ki, muhafazakâr sağın bayrağını Chirac’dan devralabildi.

Peki Sarkozy’nin başkanlığı bizi nasıl etkileyecek (mi)?

Benim dikkatimi çeken, özellikle büyük Avrupa ülkelerinde siyasetçilerin Türkiye düşmanlığı üzerinden iç politikada rant sağlamaya çalışmaları. Almanya olsun Fransa olsun bariz bir Türk karşıtlığını AB politikalarının eksenine oturtuyorlar.

Haliyle imam - cemaat çıkarımında olduğu gibi, başkanı-başbakanı Türk/Türkiye karşıtı olan ülkelerin halklarının Türk dostu olmasını beklemek sadece beklenti olarak sürer gider. Dolayısıyla da bu ülkelerde göçmen olarak yaşayanların da bundan etkilenmemesi söz konusu olamaz.

AB yolunda Türkiye’nin karşısına imtiyazlı ortaklık saçmalığıyla çıkan Almanya başbakanı Angela Merkel kendisi gibi düşünen, Sarkoyz’nin başkanlığını keyifle kutladı hemen birlikte çalışma mesajını iletti. Bende iyi çalışmalar dilerim. Ama onların da bize teşekkür etmeleri gerekir, sayemizde oyları artıyor.

Saçma da olsa samimiyetsiz değiller en azından; Türkiye’yi istemiyoruz diyebiliyorlar. Sarkozy saçma sapan da olsa, Türkiye coğrafi ve kültürel olarak Avrupa’da değildir çıkarımıyla temellendirmeye çalışıyor karşıt duruşunu.

Almanya Türkler’den hoşlanmadığını Türkleri baz alarak çıkardığı/ çıkarmak üzere olduğu yasalarla gözümüze sokuyor, Türkçe’yi ortadan kaldırmaya çalışıyor, sorunları konuşmak için muhatap arıyor(!) bulamıyor, bulunanları beğenmiyor. Her olumsuzluğu Türkiye’yi/Türkleri karalamak için -tüm medyasıyla beraber- bir fırsat olarak değerlendiriyor. Bu saptamalar uzar gider.

Aslında tamamen ekonomik nedenlerden dolayı Avrupa’da yükselişe geçen sağın perdesi haline getiriliyor göçmenler. Bu noktaya dikkat etmek lazım.

Peki biz ne yapıyoruz?

Cumhuriyet mitingi yapıyoruz, onu da özüne adına yakışır bir biçimde yapamıyoruz. Türkçe için elimiz kolumuz yetkililere ulaşamıyor.

Yaşadığımız ülkelerin halkları neden bize karşı, bizim bu ülkedeki görüntümüz nasıl acaba? diye kendimize soramıyoruz, özeleştiri yoksunuyuz.

46 yıldır kendimizi muhatab aldıracak saygınlığa ulaşamamış bir kitle olarak hala daha toparlanamıyoruz, kısır çekişmelerle oyalanıp duruyoruz. Oysa millet Fransa’da yasa çıkarttırıyor, elimizi, dilimizi bağlatıyor, belki de bakan olur yakında. Biz kendi kendimize kıyıda köşede vızıldayıp duruyoruz.

Kendimize ayna olmak hatalarımızı görmek yerine, ona buna kızıp duruyoruz. Anavatan-anadil/ ikinci vatan - ikinci dil cenderesinde yıllardır sıkışıp kalmışız, çok başlı gövdesini hareket ettiremeyen, yerinde debelenen canlı bir kütle olarak yaşayıp gidiyoruz. Bir yerlerde bir şeyler yanlış olmalı. Sağduyumuzu sağa kaydırmışız.

Kavramlarımızı gözden geçirmeliyiz, hatta yeniden anlamlandırmalıyız. O zaman Sarkozy gibilere kızıp küsmek yerine, karşı tezler için çalışmaya başlayabiliriz.

Kolay gelsin, çok işimiz var.

 

 

(*) Sayısal bilgiler BPB’nin sayfasından alınmıştır.