Samimiyetsizlik ve Bambinin Kuyruğu

 

Nedir samimiyetten beklentim önce tek cümleyle onu belirteyim: Eylemle söylemin çelişmemesi… Bu sefer, epeydir biriktirdiğim konularla ilgili bir 'toptan' değerlendirme yapacağım.

*******************

'Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla' en sevmediğim deyimlerden. Ben doğrudan 'geline' söylenmesinden yanayım söylenecek sözün. Böylelikle hem yanlış anlamaların önüne geçilmiş olur, hem de gereksiz yere, olayla hiç alakası olmayan 'kızın' canı sıkılmamış olur. Ayrıca zaman da kazanılmış olur; mesaj doğrudan yerine ulaşır, arada kız da ders almak istiyorsa alır.

Siyasette, doğrudanlığın 'diplomasi' ile bağdaşmadığını söyleyenler olabilir, mesajın üçüncü yoldan ulaştırılmasının gerekliliğini savunanlar olabilir, ama bunlar geçmişin savları ve tavırları; değişen dünya düzeninde, değişen siyaset ve siyasetçi ile birlikte, kitleleri oluşturan bireyler de değişmiştir, bilinç düzeyleri değişmiştir, artık üçüncü ve dolaylı yollara gerek yok, çünkü bu oyalama olarak algılandığı gibi, 'aptal yerine konmak' olarak da algılanabiliyor.

Büyük ölçekli samimiyetsizliklere geçmeden önce 'micro' düzeyden örnek vermek istiyorum, yani bireysel samimiyetsizlikler. Çünkü büyük ölçekli samimiyetsizliklere giden yol buradan geçiyor. Toplum bireylerden oluşuyor; kurumlar, kuruluşlar, bireyler olmadan anlamsız yapılar olarak kalır.

Bu kurumların ve kuruluşların başındakiler samimi olmalı ve işlerinin gereğini yerine getirmeli, bu aynı zamanda profesyonelliğin gereğidir. Profesyonelliğin bir gereği de, insan ilişkilerinde 'birey'i doğru değerlendirmek ve ona göre davranmaktır, bu beraberinde samimiyeti de getirir.

Ayrıca bireysel samimiyetsizliklerin deşifre olması da çok kolay, samimiyetsiz bir davranış, yaklaşım, söylem anında farkedildiyor, ne de olsa kalpten kalbe yol var; yol üzerine samimiyetsizlik bariyerleri döşenmeye başlandığında, en başta kalpler bunu hissediyor…

Göçmen siyasetindeki samimiyetsizlikler

Büyük ölçekli samimiyetsizlerin en çok görüldüğü alan siyaset: Almanya'nın göçmen siyasetini, bu konu ile ilgili siyasetçilerin söylemlerini, Alman medyasının göçmenlere yaklaşımını, samimiyetsiz buluyorum. Aynı şekilde, Türk sivil toplum kuruluşlarının , Türk kökenli siyasetçilerin, Türk medyasının ve Türk toplumunun konuyla ilgili tavrını da samimiyetsiz buluyorum.

Siyasetçiler erk sahipleridir, onların –meli –malı cümleleriyle konuşmaları pek çok konuda hiçbir anlam ifade etmez, boş laf olarak değerlendirilebilir. Dilek ve istek kipi ile konuşanlar –genelde- yaptırım gücü olmayanlardır; sade vatandaşlar yani.

Her seçim öncesi veya bir kitle önünde konuşma yapılacağı zaman, siyasetçinin, bürokratın veya herhangi bir STK görevlisinin, didaktik tavırla eğitim, ayrımcılık gibi konularda kitleye, hoş cümlelerden oluşan hararetli ya da duygusal içerikli konuşmalar yapmasını samimi bulmuyorum, bu konuşmaların bir sonuca ulaştığını henüz göremedik…

Örnek öğrenci sendromu

Samimiyetsiz bulduğum diğer konu da şu örnek öğrenci kıvamındaki, başarı örnekleri. Orta öğretimdeyken vardı böyle uygulamalar; örnek öğrenci, yakasına kırmızı kurdele...Başarılı öğrenci takdir, teşekkür...Başarılı öğrenci, öğretmenlerin, müdürün gözdesi....Tam bir ayrımcılık…Başarılı öğrenci demoklesin kılıcı gibi tepemizde...

Ters tepki yaptığını düşünen yoktu; diğer öğrenciler arasında ona özenenler olduğu gibi, ondan nefret edenler (içten içe ) olabileceği düşünülmüyordu...Sanki tüm hakimler, avukatlar, mühendisler, doktorlar, siyasetçiler, devlet adamları, bürokratlar bilumum önde gelen şahsiyetler örnek öğrenciler arasından çıkıyormuş gibi. (Eski Şansölye Helmut Kohl üniversiteyi 9 yılda bitirmişti yanılmıyorsam, ya J. Fischer'e ne demeli? Örnek öğrenci miydi?)

Bu örnek öğrenci sendromu gibi Almanya'da da örnek göçmen vatandaş çıktı başımıza, bir bambisi eksikti o da oldu... Bambimizin olması için Türkiye'ye gol mü atmamız gerekiyor? Hamit Altıntop'un, Yıldıray Baştürk'ün vs.. bambisi niye yok? Onlar Türk Milli Takımı'nı seçti diye başarısız mı sayılıyorlar?

Mesut Özil'i 'Bambi'si olmadan önce; Almanlar onun Dünya Kupası'ndaki performansını ignore ederken de seviyordum, şimdi de seviyorum ve onun 'Bambi'sini kutluyorum. Ayrıca belirtmeliyim ki ben hiçbir zaman ona tepki duymadım; Alman Milli Takımı'nı seçti diye, ya da gol attı diye, çünkü bence doğruydu yaptığı ve normaldi...

İşte benim koptuğum yer tam da burası normallik...Normal olan a-normalleştirilmeye başlandı artık, normalle ilişkimiz sağlıklı değil. Mesut da yukarıda saydığım Türk futbolcular gibi (sayamadıklarım gibi de) başarılı bir futbolcu, hatta Alman Millilerin diğer göçmen ve Müslüman kökenli futbolcuları gibi başarılı; takımın yarısı göçmenlerden oluşuyor...Onların bambisi yok ama, Mesut'un var...Burada üzerinde durduğum şey, Özil ve Bambi değil, 'neden' verildiği.

İşte burada bir samimiyetsizlik bir anormallik var. Bir ara sürekli örnek olarak gözümüze sokulan Kemal Şahin, Vural Öger vardı sonraları yelpaze biraz daha genişledi; Gülcan Kamps oldu, Nazan Eckes oldu, Aslı Bayram, vs...ama hep tek tek, sanki pek nadir rastlanılan durumlarmış gibi...

Etnik başarı diye bir başlık mı var?

Normal eğitim almış bir bireyin, televizyon sunucusu olması ya da güzel bir kızın güzellik kraliçesi seçilmesi ya da sinemaya gönül vermiş birinin başarılı bir yönetmen olması son derece 'normal'. Orijin Alman televizyon sunucusu var mı başarı örneği olarak lanse edilen, ya da iş adamı? Yok...çünkü normal; 'çalışan kazanır, elması kızarır' diye gıcık kaptığım bir deyim vardı, sanırım burada kullanabilirim bunu, ya da işleyen demir ışıldar. (Deyimlere gıcık olma nedenim, bunlarla ilgili okulda kompozisyon yazmaya zorlanmamızdır!)

Burada örneklerde kullandığım insanlarla hiçbir sorunum yok, hemen belirteyim. Hepsi de saygın ve değerli insanlar, iyi ki varlar. Benim çıkış noktam şu: Samimiyetsizlik, çifte standart, sistemdeki bozukluk ve bunu kamufle etmek için bireyleri öne sürmek.

Almanların yaptığı bir yanlış var ve (üzüm üzüme baka baka karardığından) uzun yıllardır onlarla birlikta yaşayan Türklerin de yaptığı yanlış aynı: Normali, 'anormal' değerlendirmek...Ve bunun borazanlığını da medyanın yapması: Türk medyasında başarılı bireyin Türklüğüne vurgu, Alman medyasında Almanlığına vurgu ('Türk kökenli Alman' oldukları için).

Aslında önemli olan ortaya konan , kişinin kökeni değil: Bir sunucu Türk kökenli olduğu için değil, işini iyi yaptığı için başarılı, futbolcu iyi futbol oynadığı için başarılı, Türk olduğu için değil. Yoksa öyle değil mi?

Başarı ölçüsü medyatik olmak mı?

Türk sunucu, Türk milletvekili, Türk işadamı, Türk futbolcu....bunlar normal ve olması gereken şeyler: Bu insanlar burada doğdu, (çoğu) burada yaşıyor yarım asırdır; bu insanlar burayı vatan olarak kabul etmiş ve çoğunun nerdeyse 'anadili' Almanca. Hatta kendilerini Alman olarak kabul edenler, Türkiye'yi yazdan yaza gidilen bir tatil beldesi olarak algılayanlar var. Sekreterler, hemşireler, banka memurları, askerler, polisler vs. var... Ve bu insanlardan bu ülkede az değil. Türk kökenli bir sürü iş adamı var; avukat, doktor, mühendis, sanatçı, yazar, ressam, öğretmen, oyuncu, stand-upçı vs.... Yani bunların çoğu medyada boy göster(e)miyorlar diye başarısızlar mı?

Bir avukatla tanıştım geçenlerde, doktorasını yapmış, ablası doktor...Başarı öyküsü filan diye konuştuk...sonradan düşündüm nasıl yani?... Niye başarı öyküsü yahu?...Türkiye'de avukat olan biri, başarı öyküsü diye kulağından tutulup televizyona mı çıkarılıyor? Ama Almanya'da başarı öyküsü...hemen seviniyoruz...aaa bak avukat...bak doktor eeeeee!

Çünkü bizim kafamıza kakılan sürekli başarısız olduğumuz, 'aptal genli' ve 'sonderschule'lik olduğumuz. Bir insana 40 gün deli dersen o insan sonunda delirirmiş...(bu da bir deyim..ne çok etkilenmişim kompozisyon derslerinden!)

Bizi başarısız olduğumuza inandırmışlar, kendileri zaten inanıyorlar, öyle olunca da en normal meslek ya da yetenek sahibi, Türk olunca başarı öyküsü oluyor. Türk kızının başarısı...neymiş 'şarkı yarışmasını kazandı!' E bu yarışma etnik kökenliler arasında mı yapıldı?....(örnek sadece)

Birşey daha gözden kaçıyor, başarı nedir?, neler gerçekten başarı öyküsüdür? Kavramlar asıl anlamlarından giderek uzaklaşıyor.

Almanya'da 'başarılı olma kriterleri'ne bakılırsa o zaman aslında Almanya'da toplum içinde sorunsuz birlikte yaşamak bile bir başarı. Bir yabancı olarak bu toplumda, her an bir olumsuzlukla karşılaşabilirsin, yani böyle bir olasılık her an mevcut: Doktorda, markette, trende, tramvayda...Bunları göğüslemek de sinirlerine hakim olmak da başarı. Ev ilanı için ilan sahibini (veya emlakçıyı) ararsın diksiyonundan yabancı olduğun anlaşılır ve karşı taraf sana 'Türk'e ev vermiyorum kusura bakma' der, iş için başvurursun, isiminden dolayı ayrımcılığa uğrarsın...

Buna rağmen bunlar münferit olaylar dersin, denir ve yaşamını devam ettirirsin; hiçbir kurumla sorun yaşamazsın, sosyal yardım almazsın, komşuların senden şikayetçi değildir, işverenin senden memnundur, son derece 'normal' bir hayat sürersin Almanlar gibi, kaale alınmaz, hâlâ bir uyumsuzluktan söz edilir…

Uyumu kabul edenler (ne demekse) ödüllendirilecek, uyumu reddedenler cezalandırılacakmış…Sürekli bu tür haberler okuyoruz, dinliyoruz…Ne demek bunlar?

Ya da neden bu Türklere en uyumsuz grup etiketi yapışmıştır kopmaz bir türlü? Hem Türklerin hem de Almanların üzerinde düşünmesi gereken bir konu bu, ama samimiyetle; samimiyetsizlikle sorunun yanıtını bulunamaz!

Almanya'da üç milyon Türk'ün yaşadığı söyleniyor. Acaba, Almanların gözüne girmek için üç milyonun 7'den70'e yazar, artist, doktor, avukat mühendis mi olması mı gerekiyor? Elbette hiç fena olmazdı üç milyon Türk'ün yarıdan fazlasının sanat, bilim insanı veya prestijli bir meslek sahibi olması, hatta zengin olması, ama değil.

Nedir bu kırmızı kurdele başarısının sırrı? Ne yapmak lazım kurdeleyi göğüslemek, bambinin kuyruğunu yakalamak için? Bu bambinin kuyruğu var mı?

Saydam maskeler

Bu ülkede normal olmayan, etnik kökeni irdeleme hastalığı. Domatesin, biberin orijinini merak eden bir ülkedeyiz. Bu etnik köken vurgusu, ruh sağlığı yerinde bireyler yetişmesinin, entegrasyonun önündeki en büyük engeldir ve tüm samimiyetsizliklerin temelidir.

Bu bağlamda, bu ayrımcılık ve samimiyetsizlik konusunu en başta Türk toplumu ve temsilcileri de; sivil toplum kuruluşundan, siyasetçisine, bürokratına kadar iyice düşünmeli. Herkes önce birey olarak şu soruyu sormalı 'ben ne kadar samimiyim?' Özeleştiri zordur, ama insan kendi iç sesiyle bunu birkez konuşmalı, kendi ruh sağlığı açısından.

Bu yapıldıktan sonra kişi dönüp toplumsal pozisyonuna bakmalı tıpkı bir film izler gibi bakmalı kendi pozisyonuna; nerede, ne yapıyor, samimiyetin neresinde?

Özellikle kendisine herhangi bir yerde görev ve sorumluluk verilenler yani sınırlı da olsa 'etkili-yetkili' olanlar bu samimiyet ve ayrımcılık konusunu gözden geçirmeliler.

Samimiyetsizlikler ve maskeler öylesine sıradanlaştıki kimse zannetmesin, karşısındakiler bunun farkında değil; maskelerin saydamlaştığı zamanlardayız artık...

 

Hülya Sancak

sancak(at)almanyabulteni.de