31 Ekim 1961...

 

Tam 46 yıl önce bir anlaşma yapılmış Türkiye ile Almanya arasında. Ve ilk 'işçiler' gelmeye başlamış, Anadolu’nun dört bir yanından.

Önce yalnız gelmişler; biraz çalışıp, para kazanmak ve geri dönmek amacıyla. Ancak öyle olmamış, dönememişler, zamanla eşlerini, çocuklarını da yanlarına almışlar ve yerleşmeye başlamışlar, çalıştıkları, ekmeklerini kazandıkları ülkeye. Birinci nesil, derken ikinci, üçüncü….. nesilleri oluşturmuşlar; zaman içinde sayıları artarken sorunları da artmaya başlamış.

Max Frisch, 'İşgücü' çağrılmıştı ama 'insanlar' geldi diyerek, içinde bulunulan durumu -kara mizahla- çok açık ve net bir dille ifade etmişti daha yıllar öncesinde.

Gelenler kol- gücüydü, beden işçisiydi; fabrikalarda, madenlerde en ağır işlerde çalışıyorlardı. Ne onların zamanı vardı dil ögrenmeye, içine girdikleri kültürü tanımaya, ne de onları davet edenlerin ve gönderenlerin böyle bir kaygısı vardı.

Zamanla işgücü pazarı doyduktan sonra, ve yerlerini de yavaş yavaş makineler almaya başladıktan sonra onlara duyulan ihtiyaç da azaldı; zaten birçoğu da yıllarca ağır şartlarda çalışmaktan hastalanmış hatta sakat kalmıştı. Ancak bir çırpıda unutulmuştu bu insanların bu ülkenin ekonomisine katkıları.

Kabullenilemeyen süreç 'göç ülkesi'

Misafir işçi olarak gelmişlerdi ve artık –bir bakıma- misafirlikleri bittiğine göre gitmeliydiler kendi 'evlerine'. Kimlikleri sadece 'Ali' ve 'Ayşe'ye indirgenen bu insanlar, insan ve birey olarak pek kimsenin umrunda değildi; onlar güler yüzlü, itaatkar, zaten Almanca bilmeyen, kadınları başörtüsünden ibaret bir 'kitle'ydiler.

Ama bu kitlenin artık burada doğan çocukları ve torunları vardı; artık onlar çalışıyorladı. Misafirlik çoktan bitmiş onlar bulundukları ülkede mal mülk bile edinmişti. Onlar artık Ali ve Ayşe’nin çok ötesindeydiler; ekonomik kaygılarla geldikleri ülkeleri, ikinci vatan bellemişlerdi. Artık yalnızca kol-gücü değildiler; akademisyenleri, politikacıları, işadamları ile yaşadıkları toplumun her alanında yer alıyorlardı.

Ancak bu gerçek maalesef bulunduklari ülkelerde çok geç farkedilmişti: Belki de kabullenmek istemiyorlardı bir zamanların misafir işçilerinin, yabancılarının şimdi ev sahibi, iş sahibi olmalarını.

Şansölye Angela Merkel daha geçenlerde dillendirmişti, Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunu ve bunu geç fark ettiklerini.

Peki ne oldu bu geç fark ediş sonucunda?

Bu geç fark edişin temelinde sürekli bir öteleme ve dışlama yatıyordu; sorunlar öteleniyordu çünkü yabancılar dışlanıyordu. Aslında adını koymak gerekirse, yabancılar arasında en büyük grubu oluşturan 'Türkler' dışlanıyordu. Bugün Almanya‘da entegrasyon sorunundan söz ederken işaret edilenler, bu ülkede yaşayan, İtalyanlar veya Portekizliler, İspanyollar, Yunanlar değil, Türkler.

Bugün Almanya’da yabancılar yasası sertleştiriliyor ve bir takım kısıtlamalar getiriliyorsa ve bu kısıtlamalar sadece Türkiye’den gelenlere/geleceklere yönelikse o zaman oturup düşünmek gerekiyor, neden diye. Almanlar Almanya’nın göç ülkesi olduğunu artan Türk nüfusu dolayısıyla mı farketti? Evet.

Çünkü nüfus arttıkça sorunlar da arttı; artık sorunlar birinci neslin sırtına da yüklenemiyor çünkü sorunlar yeni nesille yaşanıyor: Dil sorunu, sosyo-kültürel sorunlar, işsizlik bugün Almanya’nın burada yaşayan Türklerle arasındaki sorunların temelini oluşturuyor.

'Sarayköy‘den geçen bela' vecizesindeki gibi, bugün değil Almanya’da, Avrupa’nın herhangi bir kentinde herhangi bir yabancı bir suç işlese kabak Türklerin başına patlıyor. Özellikle de son yıllarda yaratılan İslam öcüsünde ana figür Türkler. Suçlu aramak bu saatten sonra çözüm değil. Yine sormak gerekiyor, peki neden? Elbetteki konunun boyutu dolayısıyla sorular uzar gider, suçlu değil çözüm aramak gerekiyor. Değişmek ve değiştirmek gerekiyor.

46 yıl sonra gelinen noktanın, Almanya’daki Türk/Türkiye gerçeği açısından hiç de iç açıcı olmadığını görmek gerekiyor. Ve bunu kabul etmek, hem Almanya hem Almanya’da yaşayan Türkler ve dahi Türkiye açısından çözüm üretme bağlamında önemli bir adım olacaktır.