-
Aa
+
 24/10/2011

50 yılın muhasebesi

Kenan Mortan Arif Sentürk

1960’lı yıllarda ağzındaki dişlere bakılarak Almanya’ya Gastarbeiter olarak kabul edilmiş bir babanın evladı olarak, bu ay itibarıyla aradan geçen 50. yılın muhasebesini '

Vatan Olan Gurbet' kitabının yazarlarından Prof.Dr. Kenan Mortan ile çok önce yapmıştık. Bu 50. yıl tartışmasının özellikle Ekim ayında çok konuşulacağından hareketle, bu söyleşinin yayınını bu güne kadar erteledik. Bu söyleşinin Almanya’ya göçün yıldönümünde yayınlanması daha da anlamlı ve etkili olacaktı. Bu erteleme bize hiç kolay gelmedi. Bu yüzden hocamızdan bu ertelemeden dolayı da özür diliyoruz. Zira bizi her aradığında motivasyon patlaması yaşatan Kenan Mortan’ın 'nerede kaldı bizim söyleşi Arif hocam?' sözünü o bize söylemese de, kulaklarımda hep duyar gibi oldum.

Bu söyleşinin başka güzel ve özel kılan bir tarafı daha var. Kendilerinden her görüşmemizde mesleki olarak yeni şeyler öğrendiğim iki gazeteci büyüğüm Mine ve Işık Selen ile bu söyleşıyi beraber yapmamız bu esere ayrıca bir değer katıyor.

Almanya’ya Türk iş göçünün 50. yılı ile ilgili bu günlerde herkes kendi çapında bir şeyler söylüyor. Bu söyleşide söylenenler oldukça samimi sözler. Samimiyeti ben söyleşi anında hissettim. Umarım bunun yansımasını siz de okurken hissedersiniz. Haydi o zaman buyrun babalarımızın Almanya’daki 50 yılının muhasebesini birlikte yapalım. Kenan Hoca’nın tabiriyle yarenliğe başlayalım…

KİTABIN ARKASINDA İMECE ORDUSU VAR

Kitap yazmak, hem de bu kadar kısa süre içerisinde pek de kolay olmasa gerek. Nasıl çıktı bu kadar kısa süre içerisinde bu eser?

Şunu özellikle söyleyip okurlarla da paylaşmalıyım. Okuyucu şöyle düşünebilir. Yazar oturur daktilosunun başına ve yazmaya başlar. Hakikatte bu böyle değildir. Eserin ortaya çıkması için bilgi toplayanı var, bilgileri düzenleyenler var. Yazım hatalarını düzeltenler var. Bu eser de ortaya çıkarken kimsenin görmediği kocaman bir görünmez imece ordusu çalıştı. Almanya kanadında Mine-Işık Selen çiftini anmadan geçemiyorum. Çünkü onlar bu çalışmayı Köln ve Ruhr Havzası’nda ateşlediler. Ahlen ve çevresinde Fatih Doğan’ı zikretmeden geçemeyeceğim. Berlin kanadında Neco Çelik’in ' Kreuzberg’in şu yaşlısının kapısını çalmazsan Kreuzberg’den geçme' dediğini unutamam. Böyle bir çalışma eğer sahada gerçekleşebiliyorsa, o sahada duran insanların imecesini yaşatmak ve almak durumunda. İş Bankası ile çalıştıktan bu yana editörün önemini görür oldum. Editörüm Emre Yalçın adeta kitabı ete kemiğe büründürüyor. Kitabın iç dengelerini sağlamada da editörün çok önemli bir katkısı var. Bu işin bir önemli halkası daha var. O da kitaba eski tabirle fetva veren eskilerin münekkit dedikleri eleştirmenin kontrolünden geçecek kitap. Bu aşamaların dışında benim başımda bir özel dert daha var. Kitabın hiç hata kabul etmeyen ikinci yazarı hem de kitabın baş derdi kıymetli eşim var. Bu geçitleri birer birer aştıktan sonra kitap okuyucu ile buluşuyor.

KATMERLİ AYIP

Kitap için burada çok sayıda görüşmeler yaptınız. Bu görüşmelerde sizi çok etkileyen bir olay oldu mu? Okurlarımızla paylaşır mısınız?

Berlin’de Türkiyeli kadınların bir araya gelerek oluşturdukları bir dernek var. Bunları ziyaret ettik. 'Projeniz var mı?' diye sorunca, sakatlarla proje yaptıklarını söylediler. Buluşmalarına katılmak istediğimizi bildirince kabul etttiler. Engelli çocuğu olan annelerin katıldıği bir buluşmada onlarla Türk Evi’nde birlikte olduk. Annelerin bir kısmı özürlü evladıyla gelmişti buluşmaya. Başkan hanım salondakilere bizi takdim etti ve bizim annelere sorularımızın olacağını bildirdi. Ben de bunun üzerine soru yerine anneleri dinleyip halleşmek istediğimizi söyledim. Biraz halleşince bizim kim olduğumuz unutuldu ve adeta biz onlardan biri gibi oluverdik. Onların öykülerini dinlemeye başladık. Aradan iki saat geçti. Anlatan hanımlar ağlamaya başladı. Biz de karşılıklı ağlaştık. O gece bu buluşmadan eşimle on buçukta çıktığımızda olağanüstü bir gece geçirdiğimizi hissettik. Daha sonra aynı kişilerle bir kaç seans daha beraber olduk. Galiba Anadolu tabiriyle 'katmerli ayıp' denilen şeyin bu olduğunu düşündük. Şunun için katmerli. Birincisi göçmen olmanın zorluğuyla kendini kabul ettirme gayreti, ikincisi ise çocuğunun özürlü olmasından ötürü kendisine sorulan sorularla mücadelenin zorluğu. Bu zorluğun ötesinde bir zorluk daha var. Onu da bu gün salondaki konuşmamda söylemedim. Bu fırsatla bültenimizin okuyucularına verelim. Bu sıkıntıların üzerine bir de babaların tahammülsüzlüğü ekleniyor. Yani 'nasıl doğurdun?' diyor baba. Bir tanesi bu durumu anlatırken aynen şöyle diyor: 'Yedi tanesini sağlam doğurdum. Sekizincisi engelli doğunca kör olası sekizincinin hesabını sordu bir de dövdü beni.' İşte bu durum ancak bizim kendi içimizde konuşup halleşeceğimiz bir mesele olabilir. Sonra da 'ölüverdi babası' diyor. Sonra da bunlar beni buldu ve bu buluş benim kurtuluşum oldu diyor. 40-50 yılın sonunda buradakilerin haline reçete ararken, insan ister istemez bu anaların hali ne olur acep diye sormadan edemiyor.

ALMANLAR ZAİMOĞLU’NU 7 DAKİKA 10 SANİYE ALKIŞLADILAR

Çok etkileyici… Başka benzer tecrübeleriniz varsa dinlemek isteriz.

Bir de Kütahyalı Ahmet Bey’in evine misafir olduk. Ahmet Bey 35 yıldır aynı iş yerinde çalışan bir kaportacı. Onun da üçüncü çocuğu özürlü. Ahmet Bey’e nasıl gidiyor diye sorduğumda verdiği cevap aynen şöyle oldu :'O bizim evimizin göz nurudur, bereketidir. Biz ona bereketimiz diye bakıyoruz.' İşte bu yaklaşım da Anadolu insanının bir başka bereketi. Özürlü evladını evinin bereketi olarak görebilmek o adama metaneti, dayanışmayı ve direnci vermiş. Ev yapmış, diğer çocuklarını okutmuş. Bu iki olay bizi oldukça derinden etkiledi. Mesela Feridun Zaimoğlu’nun Hamlet’i yeniden yazıp Hamburg Operası’nda seyirciler tarafından 7 dakika 10 saniye ayakta alkışlanınca duyduğumuz kıvanç da çok büyüktü. Bu kıvançın büyük olmasının asıl sebebi salonun büyük bir bölümünün Almanlar tarafından doldurulmuş olmasıydı. Demek ki göçmenler sadece dışlanmıyorlar, takdir de edilip alkışlanıyorlar. Galiba bunun sırrını öğrenmek bundan sonra daha önemli. O çoğunluk toplumunun onayı kabulü nerede sağlanır? İkinci 50 yılın gündemi bu olsa gerek.

MORTAN’IN KONFERANSLARINDAN KARELER

Kitabınızdaki bulgularınızı paylaştığınız bir konferansta buradaki Türklerin halini anlatırken yetim hastalığı diye bir ifade kullandınız. Nedir bu yetim hastalığı ?

Yetim hastalığı ya da öksüz hastalığı da diyebiliriz buna. Herkesin bildiği, fakat bilmekten imtina ettiği kangrene yetim hastalığı deniyormuş. Yani taraflar bilir, fakat bilmezden gelirler. Bu durum yetimin durumu gibidir. Yetim olana 'yetmedi mi yediğin yeter artık!' denildiğinde o zaten kapının yanında otururken biraz daha saklanır köşeye. Yetimin hakkı teslim edilmediği gibi, hastalığı da bilinmez. Fakat bu yetim hastalığı tahammül edilemez ve ertelenemez bir hale geldiğinde ise 'Yahu bu yetim sayesinde bu toplumun cılkı çıktı' oluveriyor. Fatura yine yetime çıkarılıyor. Galiba şimdi de yapılan o. Sarrazin Raporu aslında bilinen yetim raporunu utanmadan herzeler saçarak, istatistikleri yanıltarak sunulmasıdır. Alman Toplumu biraz istatistikleri bilse, o istatistiklerin yanlış kullanıldığını anlar. İlk okulu 12 senede bitirmiş birisi olarak ben bu istatistiklerin yanlış kullanıldığını çıkarıyorsam, Almanlar bunu nasıl anlayamadığını ben de anlayamıyorum. Herhalde onlar da bu yetim hastalığının bu şekilde sürmesini istiyor.

SARRAZIN’İN KİTABINI OKUYANA RASLAMADIM

Hazır söz Sarrazin’e gelmişken bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Mine hanım, burada TRT’nin bir kuralını yeri gelmişken vurgulamakta fayda var. En ufak haberi en az iki defa kontrol etmeden yayınlamayan sizin kuşak bir yana, ben bu kitabı okudunuz mu diye zikrettiğimde, sefirimiz dahil, 'okudum' diyen Türkiye orijinli bir kişiye raslamadım. Hal böyle olunca nasıl tepki verilir? Okumayanların tepkisi, herzeye karşı olsa olsa öfke olur. Çok öfkeli olanı gördüm, 'baştan aşağı okudum, çok açıkları var.' diyeni görmedim. Ciddi bir yasal tepki de duymadım.

Bu konudaki yasal tepki nasıl olabilir sizce?

Yasal tepki anayasal açıdan ele alınmalı. Siyasi hukuk açısından bir kaç anayasayı yan yana koymak lazım. Almanya’ya, şayet AB’nin lokomotifi olamk istiyorsa, bunun ancak Kopenhagen Kriterleri’ne bakmayı bilmesiyle mümkün olabileceğinin söylenmesi lazım. Almanya nazizmini inkar ederek ve küllendirerek değil, nazist tohumları zihinlerden yok ederek geleceğini iyi inşaa edebilir. Kimseye bir ithamda bulunmak niyetinde değilim. Her toplum benzer faciaları yaşayabilir, belirli melun adamların elinde farklı noktalara gidebilir. Ama o olguyu yok sayıyorsa, o olguya adeta ortakmış gibi algılanabilir. Bir Alman bunu farklı hissedebilir. Fakat ben dışarıdan bakan birisi olarak bunu böyle hissediyorum. Hadise bu.

Geçtiğimiz günlerde Başbakan Merkel 'multikulti iflas etti' dedi. Bundan sonraki gelişmeler bu ifadenin etkisi altında mı cereyan edecek?

Avrupa aydınlanmasında Fichte ve Hegel ile çığır açmış Alman İdealizmi’nin bu gün felsefedeki zavallılığına hayret ediyorum. Bir defa o sözcük 'multikulti' değil. Bunu siz değil Başbakan Merkel söylüyor. 'Multikulturel'’e 'multikulti' demek, 'entellektüel'e 'entel' demekle eşdeğer bir durumdur. Bunu malesef Türk siyasetçisi de yapıyor. Bayan Merkel gibi Rusça’ya bu kadar hakim, fizikte doktorası olan bir insana bu deyimin hakkını kullanarak ödemesini ve kullanmasınbı tavsiye edeceğim. Bunun yanısıra 'çok kültürlülüğü yan yana yaşatan uluslar nereye geliyor? Leitkultur ve Leitkultur’dan olmayanlar ayrımını yapanlar nereye ulaşıyorlar?' kıyaslamasını iyi yapmasını tavsiye ediyorum. Örneğin Hollanda bu konuda çok ilginç olabilecek bir ülke. 1980’li yılların çok kültürlülükte örnek ülkesiyken, bu gün görebildiğim kadarıyla, burnunun ötesini göremeyen, göçmenini nereye yerleştireceğini bilemeyen kötü bir konuma geldi. Bu yüzden 'multikulti öldü' diyen sayın başbakana, 'çok kültürlülüğün yaşaması adına ne yaptın?' diye sormak lazım.

Kenan Mortan - Mine Selen - Arif SentürkKenan Mortan - Mine Selen

DONANIMLI SİYASETÇİ ŞART

Acaba Almanya’daki Türk varlığı hakim kültüre kendini kabullendirebilecek mi?

Sayın başbakan Merkel’in Türk çocuğuna tek öğüdü 'Almanca öğren' oluyor. Şu an Stuttgart Operası’nda büyük bir operayı çok başarıyla sahnelemiş Feridun Zaimoğlu bu konuda ne diyor: ' Bu telkin bana hakarettir. Çünkü Stuttgart Operası benim eserimi sahnelediğine ve ben üçüncü kuşak olarak bu başarının altına imza attığıma göre, benim kuşağım artık Almanca biliyor. Bu Almanca’nın biçimi sayın başbakana uymayabilir. Ama sayın başbakan bir teflon tava olup hiç bir konuya bir günden fazla zaman ayırmadığı için, bu konuyu zihnen düşünme yetisi de sınırlı kalıyor.' Bu sözler ağır sözler. Ama galiba bu ağır jargonu kullanmazsak, konuyla hesaplaşma ve geleceğe bakma şansı yok. Aynı şekilde Türkiye başbakanı da 'entegrasyona evet ama asimilasyona hayır' derken sayın başbakanın da asimilasyon sözcüğünün latince orijinine bakmadığını söylemek durumundayım. Çünkü entegrasyonun bu anlamda içerisinde asimilasyon da var. Demek ki siyasetçi artık 21. yüzyılın gündeminde hemen her konuda doğru cevabı verebilecek donanımda olmak zorunda. Sathi bilgilerle nereye gelinebileceğin örneğini istiyorsanız, Alman Hür Demokratlara bakmak yeterlidir. Hiç niyetlerinde kötülük yoktu, ancak ilk günden adamcağazın bir iki beyanından, dış politika gibi çok kutuplu bir konuya ne kadar sathi baktığı anlaşıldı. Seçmen ise en sonunda ona havluyu attırdı.

Almanya’daki Göç ile ilgili miladı 2000 yılı olarak takdim ettiniz. Niçin milat 2000?

Malatya Kültür Derneği’nde konuştuğumuz çok aklı başında bir adamcağız: '1999 yılına kadar bavulumuz hep hazırdı. Her ay dönmeyi düşünürdük. Meister bağırdığında biz de ona küfredip, kes hesabı demeyi düşünürdük. 1999’da bize ilk defa vatandaşlığı sundukları gün, biz acaba buralı mı olmalıyız diye düşünmeye başladık.' dedi.' Her ne kadar aile birleşimi 1978’den sonra özendirilmiş olsa da, 1999 yılı önemli bir dönüm noktası. Önümüzde her iki taraf açısından böyle bir sonuç varken politikacıya çok zaman yitirilmemiş olduğunu da hatırlatmak zorundayız. Çünkü politikacı '50 yıl yitirdik' diyor. Aslında yitirilmiş olan 11 yıl var. Bu da çok uzun bir süre değil. Taraflar birbirlerine doğru ve güven içerisinde bakarlarsa, çok kolay bir şekilde yeni bir Çin Seddi’ni birlikte inşaa edebilirler. O nedenle bu işin miladını 2000 olarak koymak istiyorum.

GELECEĞİNİZİ SİZ TAYİN EDECEKSİNİZ ! BAŞKALARI DEĞİL

Bu miladın bu kadar gecikmiş olması Almanya’nın bir İngiltere ya da Osmanlı İmparatorluğu gibi farklı kültürleri bünyesinde barındırma tecrübesine sahip olamamasıyla ne kadar bağlantılıdır?

Şimdi bu konuyu fazla kaşırsak, insanlara defans yaptırıyorsun. 'Dışarıdan gelmiş biri geldi Almanlara sataştı.' dedirtmeyi zul addediyorum. Çünkü ben bu tartışmaya konstruktif katılmak istiyorum. Şimdi Almanların emperyal olmaması ile bu konunun çözümsüzlüğünü çok ilişkilendirirsem, düğümün üstüne bir düğüm daha atmış olurum. Aklımda bir takım belirtiler var ama, gelin onu mahfuz tutalım. Çünkü o diyaloğun iyi bir tarafa gideceği anlamını taşımıyor. Ben hala Alman Devleti’nin bu konuda iyiden yana tavır alabileceği konusunda iyi niyetimi fazlasıyla koruyorum. Türkiye’nin de bu çabaya katılacağına inancım var. Her şeyden önce Almanya’daki göçmen Türklerin (Alman Türklerin) geleceklerini inşaa etmede de sivil toplum inancıyla hareket edeceklerine inanıyorum. Daha düz konuşacak olursak, kendi geleceklerini kendileri tayin edecekler. Aslında bu konuda emperyal devlet dışında hangi savaşta nerede yenildikleri, Germanik ırkın aslında hangi yüzyıllarda hangi soğuklarda ne kadar direnebildiği gibi bir çok alt parametreler çikarılabilir. Ancak sağlıklı olmaz. Tarihçi malzemeleridir bunlar. Ben de bu konuyu tarihçi gibi yargılamayalım diyorum.

REÇETE YAZMAYA GELMEDİK

Biraz önce yetim hastalığı diye tarif ettiğiniz hastalıktan nasıl kurtulunur? Bunun bir reçetesi var mıdır?

Size çok samimiyetle ifade ediyorum. Şayet bir çalışmaya 4 ay ayırdıktan sonra bir kişi reçete verme iddiasıyla karşınıza çıkıyorsa, o reçeteden kuşku duyun. Ben de bu konuda reçete verme konusunda direniyorsam, buna saygı duyun. Çünkü bu haddimi bilmemin ifadesidir. Orhan Şaik Gökyay’ın 'Destursuz Bağa Girenler' kitabı çok iyi bir başlıktır. Başlığı kitaptan daha fazlasını söyler. Ben ve eşim o hakkı görmediğimiz için reçete veremiyoruz. Bu noktada Amos Oz isimli bir yazardan örnek vermek isterim. İsrail’li barış yanlısı olan bu yazar 'Barış, evet şimdi' ' Şimdi olmayacaksa ne zaman?'diyor. Biz de buradan hareketle şunu diyoruz. Biz bu konuyu 50. yılında sorgulamayacaksak ne zaman sorgulayacağız? Bence sorun o soruda zaten. Soru bu güne kadar sorulmamış. O soruyu sorduğumuz için bana ve eşime sizler iltifat edin. Bir çok yapı araştırmaları yapılmış. Ancak buradan sosyal soruna başlık itibariyle inilmemiş. Biz bu güne kadar yapılmamış bir işi yapmaya kalkıyoruz. Ortada bir yetim hastalığı var ve taraflar bunu karşılıklı olarak yutuyor ve ifade etmiyorlar.

ULUSAL UYUM PLANI’NDA 762 DİL HATASI VAR

Ulusal Uyum Planı ve bu alanda yapılan çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mesela Ulusal Uyum Planı’nda 762 tane dil hatası olduğunu sizler burada yaşayan kimseler olarak bizden önce okuyup tesbit etmiş olmanız gerekmiyor mu? Biz 6 ay gibi kısa bir araştırmadan sonra bu plandaki dil hatalarını, başlıklardaki kepazelikleri, hangi uzmanın ne kadar katkısı olduğunu size anlatabiliyoruz. Bu çalışmada Prof Bade gibi göçmen hukukunda son derece anlamlı saptamaları olan bir insanın en az katkıyı Türk göçmenlerden aldığını söyleyebiliyoruz. Bu kitap bu konuda bir yerden başlanılması konusunda çağrıda bulunmak istiyor. Ben de size izninizle bir şey sormak istiyorum. Biz ayağımızla tıpış tıpış geldik. Kim ne soruyorsa cevap vermeye hazırız dedik. Toplantılar duyruldu. En iyi olan toplantıya 60 kişi geldi. Bu sorun çok önemli idiyse 60 kişiyle mi tartışılmalı? Belki başka birisi bu araştırmayı yapsa, katılım belki 60 değil 62 kişi olacak. Herkes kendine Levi Strauss’un literatüre 60’lı yıllarda kazandırdığı brikolaj (Bricolage)’ bir tarzda 'işsizlik parasını kim kendisine nasıl hesap eder?’in hesaplanmasıyla ilgili kişilere daha çok ilgi gösteriyor.

ALİ CENGİZ OYUNLARI DAHA FAZLA İLGİ ÇEKİYOR

Toplantılarınıza ilgi göstermeyenler hangi konulara daha fazla ilgi gösteriyorlar?

Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nin iş rehberine baktığınızda bizi haklı çıkaracak ilanlarla karşılaşabilirsiniz. Kira yardımını vergiye mahsup etmeden nasıl götürebilirsin?, Hem Türkiye’den hem Almanya’dan nasıl emekli olabilirsin?, Plakasını değiştirmeden Türkiye’ye arabanı nasıl götürürsün?, Ben şirketi (Ich AG) Almanya’da kurulursa Türkiye’de de geçerli olabilir mi? diye Ali Cengiz oyunları var. İnsanlar bu oyunlar için para verebiliyor. Demek ki bu konuların fevkalade muhatapları var. Bu konu Güzin Abla’nın ve ardından kızının yıllarca bu kadar soruya muhatap olması meselesi gibidir. Çünkü onlar bir somut sorunun pratik cevabını veriyor.

Çok kültürlülük diye ifade edilen şey gerçek manada ne zaman hayata geçebilir? Ya da gerçekten hayata geçebilir mi?

Bu aşamada 50 yılda kurumsallaşmış örneklere geliyoruz. Projemizin son bölümünde ise çok kültürlülüğü nasıl yaşatacağımızı sorguluyoruz. Bu konuya kafa yoruyoruz. Bu çok kültürlülük sözü Yeşiller’in bir fantazisi değil, bir yaşamsal ifade haline gelmiş. Birbirimize tahammülü öğrenmek. Tahammülden öte Alain Touraine’nin ifadesiyle farklılıklarda eşitlenmeyi bilmek. Ne zaman politikacılar 'Türkiyeli göçmenler ile Almanlar üzerinde 'yaşasın barış' yazan bir beyaz bayrağı beraberce sallayabilseler' diyebilirlerse, o zaman bu çok kültürlülüğün ifadesi olacaktır. Galiba bu evreyi yakalamalıyız. Bu evreye geçişte de ciddi zaman sapmaları olmuş. Çünkü bu kulaklar 1972 olimpiyatlarında Willy Brandt’ın 'olimpiyatlarda milli marşlar çalınmasın, böylelikle olimpik düşünceyi hayata geçiririz' dediğini hatırlıyorum. Şimdi artık başbakanlar olimpiyatlar ve milli maçlara gidip, kendi takımları gol attığında, ayağa kalkıp tribün amigoluğu yapabiliyorlar. Bu tesbit bütün ülkeler için geçerlidir. Bundan, çok kültürlülüğün yeni doğduğu, yeni serpilidiği sonucunu çıkarmamız lazım. Örneğin islamofobyanın terörle eşitlemenin o inanca bağlı insanları tümüyle dışlamak olduğunu sadece din adamları değil sivil toplumun da çok iyi niyetle anlatması gerekiyor. Töre cinayetleri diye adlandırılan konunun aslında kadın erkek eşitliği olduğunu, bu konuda da Almanya’daki rakamların da çok iyi olmadığının anlatılması lazım.

Kenan Mortan - Mine Selen - Arif SentürkKenan Mortan - Arif Sentürk

50.YIL GEÇİŞTİRİLMEYE ÇALIŞILIYOR

Almanya’ya Türk iş göçünün 50.yılı ile ilgili etkinlikleri yeterli buluyor musunuz?

Almanya’da bu 50. yılın çok geçiştirilmeye çalışıldığını farkediyorum. ARD ve diğer kamusal kanallarda konunun yer almadığını görüyorum. Türk Alman Kültür Forumu’nun bu ana kadar aldığı sözlerin yerine getirilmediğini fark ediyorum. Berlin’de Berlin Senatosu’nun ortak kutlama etkinlikleri anlamında söylediği bir dizi olayı geçiştirdiğini görüyorum. Üniversitelerde bir ara çok öne çıkan olayların daha çok yarenliğe ve bir takım akçeli edinim konularına dönüştüğünü görüyorum. 50 yıl için ortak okul açılmaz. Açılırsa da o 50. yıl için açılmış olmaz. Para kazanmak için açılmış olur. Bunların öne çıktığını görüyorum.

Almanya’da siyasetçiler toplumda yeterince iyi örnek olabilecek kişilerin olmadığından dert yanıyorlar çoğu zaman. Acaba fazla iyi örnek mi yok, yoksa olanlar görülmek mi istenmiyor?

Alman tarafına bakıldığında şöyle bir tablo çıkıyor ortaya. Almanya, görüp de görmek istememek, gördüğünün aslında kendisi olduğunu, gördüğü zaman kendini gördüğünü, kendi gördüğünü de sevmeyip, gördüğünü bir başka platformda görmek istemenin şu anda Alman Devleti’nin resmi tavrı olduğunu söylemek istiyorum. Çünkü iyi örneklerin çoğaltılması halinde, sanki toplumsal örnek konumuna geliyor. O zaman da konu çok kolay çözülmüş oluyor. Politikacı o inisiyatifi de bırakmak istemez. Politikacılar alanda sorunların çözülmesini istemez. Toplumda kendilerinin sorunların çözücüsü olarak algılanması için sorunların hemen çözülmesi onların işine gelmez. Politikacıların iyi örnekleri yok saymalarının altında bu sebep yatıyor. Aslında siyasetçinin bu özelliği sivil toplumun asli görevini yapması sahiplenmesi bakımından iyi bir örnektir. Bu bakımdan Nuri Şahin gibiler bu işi ferdi noktada yapmışlardır. Kendi filmlerini kendileri çekmişlerdir.

Peki Türkiye buradaki vatandaşlarını nasıl görüyor? Buradakiler Türkiye’nin ne kadar gündemindeler?

Türkiye’nin zaten hiç bir zaman görmek gibi özel bir inisiyatifi olmadı. En gerçekçi tarafı buradaki göçmenleri döviz getiren bir güç olarak görmüş olmasıdır. Devlet zaman zaman bu insanlara iktisadi ödünler vererek bu konuyu dengelemeye çalışmıştır. Ama buradaki vatandaşını gurbetçi olarak görmüştür. Anlaşılan o ki, bu algılama bundan böyle de pek değişmeyecek gibi. Zira yeni kurulan Dış Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı adeta Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA)’nın siyasallaşmış biçimini hatıra getiriyor. Dolayısıyla bu sorunun cevabını Alman tarafından bakarak vermek durumundayız.

Sizden bir reçete almadan sizi rahat bırakma niyetimiz yok. Devası nedir bu yetim hastalığının?

Siz de bülten olarak her yeni gün daha iyiyi yapmaya çalışmıyor musunuz? Gelin bu işe bir 6 ay sonra yine bakalım ve değerlendirelim. Mesela buraya gelmeden bu konuya farklı bakarken, şimdi konuya çok daha farklı bakıyorum. Bu işin zihin sürecine ve öğrenme sürecine biraz daha tahammül gösterelim. Almanya Bülteni de bu konuda biraz daha yayın yapsın. Almanya acı vatan diyerek gelinen bir ülkede Almanya ikinci vatan diyeceğimiz bir noktaya geldik, ancak galiba ikrar bekliyoruz bunu söylemek için.

SADAKAT TESTİ DELİ SAÇMASI

Almanya’daki Türkler tarafından vicdan testi olarak adlandırılan sadakat testi hakkında neler söylemek istersiniz?

Bir şeyi sorgulamakta fayda var. Alman vatandaşlık yasası 2000’li yıllarda iki değişim görmesine rağmen, getirdiği 'sadakat testi' gibi bir deli saçmalığı ile öyle bir belini kırmış ki vatandaşın, Alman vatandaşlığına geçış oranı %32’de kalmış. Bu oran bence çok düşük. Türkler kadar pragmatist bir ulusa bile içinden bir ses 'hayır olma' diyor. Alman siyaseti önümüzdeki dönemde, hangi kulvardan gidiyorsa gitsin, bu çifte vatandaşlık meselesini bir uluslararası hukuk normu olarak benimseyip hayata geçirmek zorunda. Keza vermese bile, sürekli oturum hakkı olan kişilere yerel yönetimlerde seçme hakkını vermek durumundadır. Bu hak olmazsa olmaz iki hak. Ayrıca sadakat testinin de iptal edilmesi şart. Bu test kendinden olmayanı peşinen potansiyel suçluymuş gibi kabul eden çok sathi bir yaklaşımın eseridir. Yeşiller Partisi bu testin politikacılara da uygulanmasını talep etmişti biliyorsunuz. Ben de yeri gelmişken istifa eden Federal Savunma eski Dr(!) Bakanı Gutenberg’e bu testin uygulanmasını talep ediyorum.

Bu konuda eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Yeri gelmişken 2008 yılında çıkan ayrımcılığa karşı yasa hakkında da birşeyler söyleyeyim. Bu yasada ayrımcılıkla ilgili suçlar şıralanmış. Yasanın 8-9 maddesi içerisine baktığınız vakit ırkçılığa veya bir milliyete dönük suçlamaların en sona düştüğünü görüyorsunuz. Yani 'sen kötü bir marangozsun' demek hakaret oluyor da, 'sen kötü bir Türksün' demek hakaret olmuyor. Bu yasa böyle çıkmış. Bunun iyileştirilmesi de gerekiyor. Bu alanda karşılıklılık gerektiren olayları da Türk tarafı fazla zamana yaymadan halletmelidir. Mesela bir Alman doktor bu gün itibariyle Alman diplomasıyla Türkiye’de doktorluk yapamıyor.

Söyleşimizi yorgunluğunuzu da biraz alacağını düşündüğümüz bir bölümle bitirelim isterseniz. Size söyleyeceğimiz kelimler sizde nasıl bir çağrışım yapıyor?

Mevlüde Genç :Barış havarisi

Feridun Zaimoğlu : 2020 Almanya nobeli

Almancı : Çirkin bir niteleme

Multikulti : Anlamsız bir sözcük

Leitkultur : 19. yüzyılı anlatan 21. yüzyılda demode bir kelime

Uyum : Çıkaranlar söylesin cevabını

Gastarbeiter : 1960’lı yıllarda hoş bir tipolojiyi anlatan Türk işçisi. Ama tarihte kaldı

Asimilasyon : Simülasyonun köken sözcüğü

Töre cinayeti : Sonuç

Ayrımcılık : Bir yaşam ayıbı


Söyleşi : Mine Selen – Işık Selen – Arif Şentürk ( Almanya Bülteni )