Fotoğrafın gücü
Geçenlerde kendimi dakikalarca fotoğrafımı çekmeye çalışırken yakalayınca birden nasıl bir duraksadım. Bayram değil seyran değil, ev haliyle sırf bir fotoğraf için niye saçımı başımı düzeltiyorum dedim kendi kendime. Zira ne arka planda özel bir manzara vardı, ne de o anki halimi çekmem için ayrıcalıklı bir nedenim. Yanımda sevdiğim birileri de bulunmuyordu mutluluğumuzu yansıtmak isteyeceğim. Tamamen yalnızdım. Üzerimde pijamam ve pijamamı kamufle eden pordo hırkam vardı. Üstelik ev halimmis gibi durmasın diye de ciddiyetle uğraşmaktaydım. Bu artık sıradanlaşan davranışı içimde kalan ergenlik kırıntılarına vermek isterdim ama sadece ben değil ki, kocaman insanlar da dakikalarca durup dururken ön kameranın önünde poz veriyorlardı artık. Sonrasında fotoğrafçılıkla ilgili bir şeyler okurken dikkatimi başka bir şey çekiverdi.
“Post mortem fotoğrafçılık“ diye bir şey duydun mu hiç, meraklı okurum? Anıt portresi veya yas portresi olarak da bilinen post mortem fotoğrafçılık 19.yüzyılın sonlarında ölülerin defin öncesi hatıra amaçlı fotoğraflanma işlemidir. Özellikle Avrupa ülkelerinde fotoğrafçılığın henüz yaygınlaşmaya başladığı ve oldukça lüks sayıldığı bu dönemde, bir çok aile kaybettiği yakınının çoğunlukla ilk ve son fotoğrafı olan anıt portresini çektiriyordu. Bu karelerde önemli olansa ölen kişiyi oldukça canlı göstermekti. Bu mümkün olduğunca canlı görüntüyü elde etmek içinse özel giysilerin ve dekorların yardımına başvurulmaktaydı. Elbette bu garip adetin ne kadar sağlıksız ve ürkütücü olduğu hiç tartışmasız bir gerçek. Oysa kaybedilen yakından arda kalan anıt portresi ailelere kalan tek hatıra fotoğrafıydı.
Yazıya böylesi ürpertici bir örnekle girizgah yapmış olmamız korkutmasın. Hatırlanması daha hoş bir örneğim de var meramımı anlatmak için. Yesilçam filmlerinde özellikle taşralı çiftlerin ısrarla çektirdikleri “İstanbul hatırası“ fotoğrafları bilmeyen yoktur. Fotoğraf çektirmenin özel ve ayrıcalıklı olduğu zamanlardan yine hatıra amaçlı saklanmak için çektirilen karelerdir bunlar. Günümüzden bir örnek vermek gerekirse babaannem ve dedem torunlarının nasıl büyüdüklerinin özel bir anısı olması için düzenli olarak her yaz fotoğrafçıya götürürlerdi bizi. Hala özel günlerimizde, düğünlerde, törenlerde özenle hazırlanıp profesyonel bir fotoğrafçıya çektirdiğimiz kareler vazgeçilmezdir. Hatta artık herkesin yanında taşıdığı telefonlarla birlikte hepimiz birer amatör fotoğrafçıya dönüşüverdik. Güzel bir seyahatte çekilen hazırlıksız ve doğal görüntüler, sevdiklerimizle yanyana verdiğimiz pozlar ve tüm güzelliğiyle fotoğrafçılık ve fotoğraf iyi ki varlar.
Özçekimler ve hayat pazarlığı
Bu kişisel karelere yüklediğimiz anlamsa artık sadece hatıradan ibaret değil. Özellikle sosyal medya kullanımının yaygınlasması bu hususta en belirleyici faktör hiç kuskusuz. Facebook ve Twitter gibi yazılı paylaşımların da yapılabileceği agların popülaritesini Instagram’a bırakmıs olması artık hayatımızın büyük bir bölümünü beğendigimiz fotoğraflardan ibaret haline getirdi. Yukarıda da belirttigim gibi, artık herkesin telefonun önkamerasından kendi fotoğraflarını çekmesi, üstelik en güzel halini yakalayana kadar bunu onlarca kez denemesi ve dakikalar harcaması çok sıradan birsey haline geldi. Özellikle paylaşılmadan önce kendi fotoğrafımızın altına nispet edercesine bir şey yazmamız ve görenlere ne kadar harika olduğumuz mesajını vermeyi amaçlamamızın altında yatan psikolojik neden irdelenesi bir hadise. Işin ehli olan ruh bilimcilerse bir çok kez özçekim salgınının altında yatan sebepleri ortaya koyduğu için burnumu bu konuya da sokmak istemiyorum. Benim merak ettiğim fotoğrafların değişen anlamıyla birlikte bizi nasıl birer vitrin haline getirdiği ve kendi hayatımızı pazarlamamıza sebep olduğu.
“İyi yaşam“
Malum, son yıllarda başlayan “iyi yaşam“ furyası ve bir takım kimselerin kendi iyi yaşamlarını sosyal medya hesaplarından paylaşır olması gayet özendirici oldu. Kim istemez ki, o sürekli iyi görünen, bakımlı ve mutlu insanlar gibi olmayı? Üstelik her on kişiden dördünün bir şeylerin koçu olduğu şu günlerde çok cazip bir şey “iyi yaşam“. İnsanın kendine özen göstermesi, yaşamına dikkat etmesi ve mutlu edici uğraşlarla meşgul olması çok doğal ve önemli bir şey hiç şüphesiz. Fakat hergün düzenli olarak muhtelif beslenme, gezme, çalısma anlarında kendi fotoğrafımızı çekip paylaşarak iyi yaşıyor-“muş“ gibi yapmak çok kolaylaşmış vaziyette. Ortada hiçbir sebep yokken kendi fotoğrafımızı çekip paylaşmamız ve başka insanların bunu beğenmesi hergün defalarca kendimizi boş yere onaylanmış hissetmemize sebep oluyor aslında. Artık güzel bir hatıra değil mesele, mesele kimin ne kadar iyi çıktığı. Eğer bir kaç kişi birlikte sebepsiz fotoğraf çekiliyorsa da herkesin iyi çıktıgi bir kareyi yakalamak için dakikalar harcandığı için birlikte geçirilebilecek vakit tüketilmekte. Hatta bazen sadece olası fotoğraflar için süslenip arkadaşlarımızla buluşabiliyoruz artık. Bütün mesele ne kadar iyi ve mutlu olduğumuzu göstermek ve dış görünümümüzün onayını almaya çalısmak haline geliyor böylelikle.
Artık bir anda çekilen ve gerçekten farkedilmeden güzel olan kareler azalmakta, sevdiklerimizle hatıra amaçlı çektiğimiz fotoğraflar kendi kendimizin güzelliğini incelemekten ötürü ehemmiyet kaybetmekte ne yazık ki. Ve o özel kareler sürekli dışa vurulup “mış“ gibi yapma araçları haline gelmekte. Mutluluğumuzu paylaşmak istememiz çok güzel. Özel anların biriktirildiği dijital fotoğraf albümlerimizin olması kötü bir şey de değil. Ama insan tek başına evde otururken niye fotoğrafını çekip mutluluğunu sosyal medya hesabından ilan etmek istesin ki? Kime neyi kanıtlamaya çalışıyoruz? Başkalarına ne kadar iyi, güzel, dolu, mutlu yaşadığımızı mı, yoksa kendimize bir kaç beğeniyle onaylandığımızı mı? Aslında günlerdir Nazım Hikmet’in Laz İsmail’e söyledigi o son dize vuruyor zihnime sürekli. Ancak bugün anlatmak istediğimi özetleyen cümlem bu değil.
Meramım daha çok bir Ziya Osman Saba öyküsünde geçtigi gibi:
“Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz terlemişti, ümitsiz bir tavırla:
- Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyecegim, dedi.“
Hayrunnisa Akar