Anne ben yaşam koçu oldum!
Türklerin sosyal medyayla imtihanı hiç şüphesiz başlı başına bir sosyolojik araştırma konusu. Özellikle Instagram isimli fotoğraf paylaşım ağının yaygın kullanımı bir sürü insanımızın birer fenomen haline gelmesine neden oldu. Kendi hayatından kareleri istikrarla paylaşarak hergün yüzlerce hatta binlerce kişi tarafından takip edilen ancak aslında bildiğimiz anlamda “ünlü“ olmayan bir sürü popüler kullanıcı mevcut. Bu kullanıcılar genellikle simetrik ve fotojenik bir yüze veya çeşitli fiziksel aktivitelerle şekil verdikleri vücutlara sahiptirler. Bazense gerek annenin seçtiği giysiler yüzünden, gerekse sürekli poz verip kameraya alışmaktan dolayı ortalamanın üzerinde bir şirinliğe sahip çocuklar ebeveynlerini ünlendirebilirler. Bu istikrarlı fotoğraf paylaşımı artan takipçi sayısı ve popülariteyle birlikte vücut geliştirme, yaşam dönüştürme, beslenme ve “bak ben çok mutlu oldum böyle, al sende bundan yap“ şeklinde bir hayat tarzı sunumuna dönüşebiliyor. Kitapçılarda bu gibi konular hakkındaki kitaplar bildiğimiz üzere “kişisel gelişim“ reyonları altında toplanırlar. Bu kitapların yazarları ya melekleri çağırarak, ya enerji yayarak, ya evinize bir takim tılsımlı eşyalar koyarak hayatınızdaki sorunlardan kurtulacağınızı vaad ederler. Veya bazı gıdaları tüketmeyerek, bir takım fiziksel aktiviteleri yerine getirerek, bazı sırlı cümleleri şiar edinerek kendinizi yenileyebileceğinizi iddia ederler. Tüm bu örneklendirmelerin bir de kendi içlerinde farklı akımları mevcuttur. Neredeyse her gün yeni bir “bilimsel çalışma“ veya “gözlem“ sayesinde sürekli birbiriyle çelişen “doğru yaşam“ formülleri türerken en güncellerini burada saymam elbette mümkün değil.
Vücut değil “tapınak“
Richard David Precht adında bir Alman filozoftan bir keresinde insanların artık inandıkları tanrılar için tapınak yapmayı bırakıp kendi bedenlerini birer tapınak haline getirdiklerini dinlemiştim. Buna sebep olaraksa modern insanın kendinden üstün ve mutlak bir tanrıya olan inancını yitirmiş olması ve insan türünü tek belirleyici irade olarak kabul etmesi gösteriliyordu. Bu bağlamda modern insanın inanç boyutu sadece şu an yaşadığı dünyayı kapsamakta. Önceleri çoktanrılı veya tektanrılı herhangi bir inanca göre sınırlarını belirleyen insan şimdilerde büyük ölçüde bu sınırları kaybetmiş durumda. Büyük çoğunluk bir inanca sahip olduğunu söylese de, o inancın yaşamı üzerinde etkisi yok denecek kadar az ne yazık ki. Herhangi bir tanrı inancını kati suretle reddedenlerden ziyade, bu konu hakkında hiç düşünmeyen, bir tercih yapmayı reddeden insanlarsa maalesef büyük çoğunluğu oluşturmakta. Netice itibariyle modern insan yaşam sınırlarını kendi isteklerine göre çizmekte kararlı. Bu inanç sisteminin pratik boyutunuysa adeta bahsettiğimiz “doğru yaşam“ formülleri üstleniyor. Özellikle beslenme alışkanlıkları konusunda tüketim toplumunun yaşadığı bolluk bir sürü yeni akım doğuruyor. Herkes birşeylere karşı intolerans gösterir hale gelmiş vaziyette adeta. Yıllarca süt içen insanlar birden bire laktozun “iyi hissettirmediği“ kanaatine varabiliyor mesela. Veya esmer ekmek yediğinde gayet sağlıklı hissedenler artık “gluten“ adında bir maddeyi baş ağrılarının müsebbibi olarak görüyor. Önceleri bir takım vicdani sebeplerden ötürü et ve hayvansal ürünlerden uzak duranlar, artık “iyi hissettirmediği“ için et yemiyor. Tüm bu “iyi hissetmeler“ sağlıklı ve kaliteli bir yaşam için tabii. Elbette daha doğal beslenmek, daha çok hareket etmek ve sağlığına özen göstermek gayet güzel ve yadsınamaz birşey. Ancak tüm bu kargaşanın içinde denge dediğimiz ve anlamını çok uzun süre önce unuttuğumuz şeyi hatırlamakta fayda var. Zira elbette aslında her akım kendine göre doğruluk payı içeriyor ve bu yüzden dengeyi sağlayarak tüm ekstrem uçlardan kaçınmak en ideali. Artık sofrada masadaki tabakların içinde dost ve düşman ararken masanın etrafındaki insanların içinden beslenmeye göre dost ve düşman ilan eder olduk. Herkesin “kesinlikle“ yemediği birşey olduğundan ortak bir sofrada buluşup yemeğin ve sohbetin lezzetine odaklanarak muhabbet etmek bile güç çoğumuz için.
“İyi yaşam“ için mutsuz yaşam
Beslenme kelimesinin yemek yemeği salt mekanik bir prosedüre dönüştürdüğü kanaatindeyim. Nasıl materyalist düşünce yapısının egemen olduğu dünyamızda ruhaniyet kıymetsizleştiriliyorsa, yaşam da sadece “doğru beslenerek“, “doğru hareket ederek“, “doğru hedefler koyarak“ idame ettirilen mekanik bir süreç haline getiriliyor. Herkesin kendini birbiriyle kıyasladığı bir dünyada yaşıyoruz. Herkesin kilosunu, boyunu, burnunu ve takip ettiği o çok beğenilen kişiyi düşünmekten yaşamaya fırsat bulamadığı hayatlar geçiriyoruz. Kendi çocuğumuza sosyal medya hesapları açıp başkalarına ne şirin olduğunu göstererek beğeni topluyoruz mesela. Oysa zaten tüm bunların en büyük mağduru çocuklar ve gençler. Veya sosyal medya fenomeninin kendisini takip etmemiz yetmiyormuş gibi, bir de onun kedisinin, köpeğinin hesabını takip ediyoruz. Sürekli bizden daha iyi, daha güzel bulduğumuz insanlara benzemeye çalışmaktan kendimizi arayamıyoruz. Özgüvenimizi özçekimlerimizin aldığı beğeni sayısına bağlıyoruz. Para verip takipçi satın alıyor ve “takip edeni takip ederim“ diyoruz. “İyi yaşam” için az ve öz yaşam demeyi unutuyoruz. “İyi yaşam” için insan olmanın kusurlu olmak, eksik hissetmek, mükemmel olamamak olduğunu görmezden geliyoruz. Üstelik “iyi yaşıyor” ama mutlu hissedemiyoruz.
Hayrunnisa Akar