Uyumdan Ne Anlamalıyız?

 

Almanya'da son yılların en revaçta konusu, uyuma ilişkin farklı kesimlerden hergün yeni bir tanım ve yeni öneriler gelmesi artık alışıldık bir durum halini almış bulunuyor. Toplumsal uyumun ne anlama geldiği konusunda ortak bir tanımlama bulunmaması bir yana, ortaya atılan tanımların birbirinden uzaklığı, mevcut zihin bulanıklığını daha da arttırıcı bir rol oynuyor.

Tanımın sınırlarının belirsizliği, meselenin doğru biçimde ele alınabilmesinin önüne geçtiği gibi, geliştirilen farklı tanımlar çerçevesinde izlenen politikaların birbirinden kopukluğu konuya ilişkin bütünsel bir çözüm paketi geliştirilmesinin de önüne geçiyor. 'Entegrasyon mu asimilasyon mu', 'hakim kültür mü çok kültürlülük mü' soruları etrafında yoğunlaşan tartışmalarla su yüzüne çıkan tanımsızlık sorununu, daha karmaşık bir biçime sokan bir diğer unsur ise hiç şüphesiz Almanya´da yerel yönetimlere iç siyaseti ilgilendiren her konuda geniş bir hareket alanı sunan federal yapı. Bu nedenle ülkenin doğusu ile batısı, kuzeyi ile güneyi arasında göçmen politikasında farklı yaklaşımlar ortaya çıkabiliyor.

Kanaatimizce toplumsal uyumdan; farklı kültürel ve dinsel kökenlerden bireylerin (karşılıklı) iletişime girerek ortak kimlik ve değerler bakımından bir mutabakat yaratmaları, bu bağlamda kültürel ve dinsel farklılıkların ortak değerler silsilesi içerisinde yer bulabilmesi anlaşılmalıdır. Bu şekilde anlaşılacak ve uygulanacak bir uyum sürecinde oluşturulacak ortak kimliğin, farklılıklara açık olabilme düzeyi sürecin başarısını yansıtacak bir gösterge olacaktır.

Batı Avrupa çoğunluk toplumları geçmişte bu tanıma paralel göçmenlerle beraber bilinçli bir kimlik modeli geliştirme süreçine hiç girmediler. 11 Eylül saldırıları sonrasında ise ülkelerindeki en farklı kültürel ve dinsel azınlığı oluşturan Müslümanlar güvenlik odaklı tartışmaların merkezi halinde getirildi. Bu tartışmalar Müslümanlara karşı mevcut olan önyargıların ve korkuların gelişmesine ön ayak oldu. Dolayısıyla uyum politikalarına yeni bir ivme katmak için bugün toplusal şartlar pek iyi gözükmüyor. Göçmenler için kötüleşen toplumsal atmosfer içinde karar mercilerinin hazırladıkları yeni taslaklar ne ölçüde başarılı olabilir? Farklılıklara yer veren ortak bir kimlik hangi şartlarda gelişebilir?

Toplumsal uyum süreci dört ana faktör tarafından etkilenmektedir. Bunları 'mesafe (Distanz)', 'fırsat eşitliği (Chancengleichheit)', 'dışlanma (Diskriminierung)' ve 'farklılık hakkı (Recht auf Unterschiedlichkeit)' olarak sıralayabiliriz.

Çoğunluk toplumu göçmenleri kendine ne kadar yabancı görürse, toplumsal mesafe de o kadar büyük olur. Bu bağlamda en yabancı kitleyi Türkler, Araplar ve siyah Afrikalılar oluşturuyor. Son yıllarda dünyaya gelen dörtüncü nesil bile ortak kimliğin parcası olarak değil, farklı, yabancı ve sorunlu bir kitle olarak algılandığı için bu toplumsal mesafeyi hissediyor. Avrupa ülkelerinde ve Almanya’da toplumsal asimilasyonun gerçekleşmeme nedenlerinden birisi, çoğunluk toplumunun dördüncü nesil çocuklara bile 'bizden değilsin', 'farklısın' diye bakarak araya mesafe koymasıdır. Uyum politikasını doğru bir temele oturtabilmek için, karar mercilerinin toplumsal mesafeyi azaltmaya yönelik politikalar ve söylemler ortaya koyması gerekiyor. Artık bu ülkede bulunan göçmenlerin, sorunlarıyla beraber, bu ülkenin parçası olduğunu çoğunluk toplumuna benimsetmek gerekiyor.

Uyumun temel koşullarından 'fırsat eşitliği' konusunda da yeterli yol alınabildiğini söylemek güçtür. Ne eğitimde, ne iş hayatında ne de toplumsal ve siyasal yaşamda Almanyalı Türkler tam bir fırsat eşitliğine sahip olamamışlardır. Alman gibi Almanca konuşmak ve bir üniversite diplomasına sahip olmak dahi, iş hayatına girişte ayrımcılıkla karşılaşmama için sebep değil. Tüm zorluklara rağmen akademisyen formasyonunu elde eden ve hak ettiği işi bulamayan genç Türkler bu toplum için hem ekonomik hem de toplumsal bir kayıptır.

18 Agustos 2006’da yürürlüğe giren Eşitliği Koruma Yasası (Allgemeine Gleichbehandlungsgesetz-AGG) ayırımcılık veya dışlanma olarak tanımlayabilceğimiz uyumun üçüncü etkeni için önemli bir kazanım sağlamadı. Ayırımcılığın önlenebilmesi için sistemin kendisini sorgulaması ve değiştirmesi gerekiyor. Örneğin OECD’nin PISA araştırmaları Alman eğitim sisteminin sosyal sınıf farklarını önleyemediğini, bilakis artırdığını ortaya koyuyor. Uyum ancak 'farklılık hakkının' korunmasıyla mümkün olur. Aktüel tartışmalar bunun tam tersini hedefliyor. Almanca öğrenilsin denilirken, ana dil küçümseniyor ve dışlanıyor. İç güvenliği güçlendirmek adına, Müslümanlar potansiyel tehlike olarak algılanıyor ve yasalar buna göre sertleştiriliyor. Uyumu destekleyelim denerek, aile birleşmeşimlerinin önüne aşılmaz duvarlar örülüyor. Tüm bu tesbitleri yaparken, eksiklerin sadece Alman karar mercilerinde olduğunu savına sarılmak büyük bir yanılgı olur. Türk toplumunun da eğitim konusu başta olmak üzere kendi sorumluluklarını görüp, tavır ve gayretlerini bu noktada odaklaması gerekiyor.

Yunus Ulusoy

ulusoy@zft-online.de