-
Aa
+
 02/07/2011
 

Göçün 50. Yılında Biz

Anavatandan 30 Ekim 1961 yılında imzalanan ‘İşgücü Anlaşması’ sonrası acil ihtiyaçlarını gidermek adına üç-beş aylığına ya da yıllığına Avrupa ülkelerine gelen 1.kuşak büyüklerimiz, Avrupa’da ‘Batı Avrupa Türkleri’ mirasının da müsebbipleri aynı zamanda. Ekseriyeti kırsal kesimden olan ve bir anda Avrupa’nın ortasında kendisini bulan büyüklerimiz, kısa bir (tabiri caizse) şaşırma ve bocalama dönemi geçirmiş; belli bir süre sonra 'maddi kazanç'ın 'kimliği kaybetme' gibi önemli bir bedelinin olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalmış ve bu tehlikenin bertaraf edilebilmesi için isimleri şu ya da bu olan dernekler kurmuşlardır. İşte bu dernekler, günümüzde büyümüş; çatı kuruluşları, vakıflar, federasyon haline gelmişlerdir. Bugün itibariyle Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde insanımızın temel hak ve hukukunu savunmak da bu kuruluşlarımız ya da onların kanat germesiyle sosyal, siyasi, ve ekonomik hayatta yerini alan temsilcilerimizle mümkün olmuştur, olmaktadır.

Bütün bunları neden dile getirdiğimize gelince; 50 yıl önce vatandaşlarımız Almanya gibi ülkelere baştan tırnağa kontrolden geçirilerek kabul edilmiş, buna mukabil kendi ülkemiz aynı paralelde ihtimam gösterip; insanımızın sosyal ihtiyaçları için (ki, Yunanistan’ın bu anlamda Almanya’ya işçi gönderirken, farklı mezhepten olmaları hasebiyle kendi papazlarını da gönderdiklerinden bahsedilir!) başlangıçta gerekli altyapıyı sunamamıştır. Anavatandan uzak; dili, dini, gelenekleri farklı diyarlarda kendi insanına adeta 'ne halin varsa gör!' denilmiştir.

Farklı bir kültürün hakim olduğu ülkelerde çeşitli zorluklara göğüs geren büyüklerimizin torunları eğer -derme-çatma da olsa- bugün henüz kendi anadiliyle konuşabiliyorsa; bunda kuşkusuz sivil toplum kuruluşlarının payı büyüktür! Bu kuruluşların, gerek kendi üyelerine telkinleri ve gerekse üyelerinin irtibatta olduğu insanımıza dolaylı etkisiyle, var olma hadisesi olarak adlandırabileceğimiz ‘anadil hassasiyeti’ dile getirilmiş, bu sayede az da olsa insanımızın bir kısmı olayı ciddiye almıştır. Bu haliyle sivil toplum kuruluşlarının bu önemli konuya katkısı inkar edilemez!

Bugün evlerde, anadil yerine yaşanılan ülke dilinin tedricen hakim olduğunu dikkate aldığımızda; gelecek kuşakların anavatanlarındaki akrabalarıyla (eğer gidip-gelmeler devam eder de irtibat tamamen kesilmezse) hangi dilde iletişim kuracaklarını merak etmemiz gerekir.

Aynı hassasiyetin ihmali belki de elli yıl sonra farklı ülkelerdeki akraba çocuklarının Türkçe yerine ortak dil olarak İngilizce’yi tercih etme mecburiyetinde kalmalarını zorunlu hale getirecek ve gelecek nesiller vaktiyle bir ihmal yüzünden farklı çarelere mecbur bırakılacaktır!

Bu kaçınılmaz gerçek, bir ihtimal olarak karşımızda dururken, vurdumduymazlığımızı bir kenara bırakmamız ve olayı ciddiyetle sahiplenmemiz gerekmez mi?

Zira biliyoruz ki; kültürler yarış halindedir ve hayatta hiçbir şey boşluğu kabul etmez. Bundan hareketle biz sorumluluğumuzun bilincinde çocuklarımıza öz kültürümüzü gerektiği şekilde vermeyi ihmal edersek; bu eksiklik başkaları tarafından bir şekilde doldurulacaktır.

Bütün bunların ışığında gerek Almanya Şansölyesi Merkel ve gerekse Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve İngiltere Başbakanı Cameron’in, 'Çok kültürlülük öldü' demelerini ve entegrasyon adı altında asimilasyonu amaçladıklarını fark etmek hiç de zor olmasa gerek!

Onlar 'kültür yarışı' çerçevesinde görevlerini yapıyorlar. Peki, biz bu anlamda üzerimize düşeni yapıyor muyuz?

Buyurun, cevabı siz verin..

Ali Yağız

Aliyagiz@web.de