Kur’an ayı Ramazan

“(O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, insanlığa rehber olan, bu rehberliğin apaçık belgelerini taşıyan ve hakkı batıldan ayıran Kur'an işte bu ayda indirilmiştir. Sizden biri bu aya ulaştığında oruç tutsun; hasta ya da yolcu olan kimse de başka günlerde kaza etsin! Allah sizin için kolaylık ister, sizi zora koşmak istemez; oruç günlerinin sayısını tamamlamanızı, sizi doğru yola ulaştırdığı için O'nu yüceltmenizi ve şükretmenizi ister.“ ( Bakara / 185)

Haftalar sonra kaleme aldığım yazı elbette içinde bulunduğumuz bu özel günlerin üzerine olmalıydı, çok özlediğim okur. Ramazan ayı Kur’an ayı olduğu için en güzel girizgah bu ay için indirilen ayetlerle mümkün olabilir. Mustafa İslamoglu’nun ifade ettiği gibi: "Dünyada en çok okunan kitap hangisidir?" diye sorulsa, tereddütsüz "Kur'an'dır" derim. "Dünyada en az anlaşılan ve yaşanan kitap hangisidir?"diye sorulsa, yine tereddütsüz "Kur'an'dır" derim. "Dünyada en çok okunduğu halde en çok yanlış anlaşılan kitap hangisidir?"denilse, hiç tereddüt etmeden yine "Kur'an'dır" derim. Bu sebepten Kur’an’ın hayatımızdaki yerini ve uyguladığımız dinin ne kadarını oluşturduğunu yazmak istedim. Eğer mütedeyyin bir ailede büyümüş biriyseniz mutlaka evde Kur’an’ın bir sürü Arapça orijinali ve birazcık şanslıysanız bir adet Elmalılı Hamdi Yazır meali bulabilirsiniz. Aileniz ise üzerine düşen görevi yerine getirmek adına sizi mutlaka çocukken en yakın camide bulunan Kur’an kursuna göndermiştir. Ben bu konuda biraz daha şanslıydım. Camide değil Alman bir Müslümanın kurucusu olduğu bir kültür merkezinde hala severek hatırladığım Arap hocamdan öğrenmiştim Kur’an’ın Arapçasını okumayı. Her ne kadar daha eğlenceli ve renkli bir ortam olsa da, oradaki eğitim camideki eğitimden çok da farklı sayılmazdı. Bunu daha sonra hafta sonları arkadaşlarıma eşlik etmek için gittiğim cami Kur’an kurslarında fark edecektim. En belirgin özellikse Kur’an’ın sadece Arapça metninin okunması ve bu okumalarda çıkarttığımız ses titreşimlerinin ne kadar kıraate uygun olduğuydu. Hiç kuşkusuz Kur’an tilaveti işinin ehli biri tarafından yapıldığında muazzam geliyor kulağa. Gayrı ihtiyari bir huzur kaplıyor içimizi. Lakin iş dini emirleri ve yasakları öğrenmeye gelince Kur’an ayetleri değil aksine ilmihal kitapları giriyordu devreye. Bir sürü kıssa anlatıyordu camideki hoca. Hz. Muhammed’in başından geçen onlarca mucizevi hadiseden bahsediyordu. Tabii bu mucizelerin uydurma olduğunu o zamanlar bilmiyordum. Bazı davranışlar günahtı, bazıları ise sevap. Günahlar; can almak, yalan söylemek, hırsızlık yapmak, zina yapmak, iftira atmak, anne ve babayı üzmek, alkol ve domuz eti tüketmekti. Sevaplar ise namaz kılmak, oruç tutmak, dua etmek, sure ezberlemek, Kur’an’ın Arapça ayetlerini okumak, merhametli olmak, yardımlaşmak ve paylaşmaktı. Elbette bu saydıklarım o zamanki yaş grubumuza yönelikti. Büyüdükçe bu liste uzuyordu ve nedense kadınlar için erkeklerden de uzun oluyordu. Ergenlik çağıma kadar kadınlar için olan liste hiç gözüme batmamıştı. Oysa camide dahi ciddi bir haksızlık söz konusuydu. Mesela camiden girerken ana kapıyı kullanmamız doğru bulunmuyordu. Erkekler kapının önünde durduklarında kaçarcasına geçmek zorundaydık önlerinden. Başımızı kaldırıp insanca selam bile vermemeliydik. Ayrıca namazı hep erkek hoca kıldırıyordu. Vaazı erkek hoca veriyordu. Hatta ve hatta erkek hoca için sadece “hoca“, bizim kadın hocamıza “hoca‘nın hanımı“ deniyordu. Kur’an tilaveti güzel olan oğlanlar mikrofonla okuyabiliyor, kızlar ise daha iyi okuyor olsalar bile, sadece dinleyici olarak kalabiliyorlardı. Maalesef bu adaletsiz durum 18 yaşımıza yaklaştıkça daha da vahimleşiyordu. Artık katıldığımız hafta sonu sohbetlerinde hoca hanım sık sık evlilik üzerine konuşuyor ve bize aslında hiç duymak istemediğimiz tavsiyelerde bulunuyordu. Her şeyden önce bir kadın kocasına itaat etmeliydi. Birinci görevi kocasının cinsel isteklerini yerine getirmekti. Bunun bahanesi rahatsızlık bile olamazdı. Dahası kocanın karısından razı olması gerekmekteydi. Çünkü cennete gitmenin yolu kocayı razı etmekten geçiyordu. Bütün bu fetvaların kaynağı ise bize okutulan ilmihal kitaplarıydı. Bu ilmihaller ise çeşitli hadislere dayanıyordu. O zamanlar hadislerin “sahih“ kaynaktan olması meselesi vardı. Buhari ve Müslim kesinlikle tartışmasız kaynaklardı. Kur’an ise hala hoş ses titreşimlerinden ibaretti hayatımızda. Tüm bunlar öğretilirken ben gün geçtikçe bu adaletsizliğe daha az tahammül edebiliyor ve daha çok soru üretiyordum. Oğlan arkadaşlarım hem inançlı olabiliyor hem de kendi okullarına, işlerine, yaşamlarına odaklanabiliyorlardı. Onların bir hayatı vardı ve kendi hayatlarının başrollerini oynuyorlardı. Biz kızlarsa dini manada hep başka bir subjenin etrafında yaşamını sürdürmek zorunda bırakılan objeler konumundaydık. Anne olursak kutsaldık. Kendimizi kocamıza adadığımızda kutsaldık. Ama insan değildik. Güya tesettür dişiliği değil kişiliği ön plana çıkartacaktı ama aynı tesettür bizim dişiliğimizi vurgulamak dışında bir şey yapmıyordu. Ayrıca dişiliğe cinsel bir mana yükleyenler de bize o kuralları öğreten çok dindar insanlardan başkaları değildi. Birden bire her şey ayıp oluvermişti. Erkeklerle gözlerine bakarak konuşmak, kahkaha atarak gülmek, oturan bir erkeğin önünden geçmek, sesli sesli konuşmak… Ve ben bütün bu kısıtlamalardan ve haksızlıktan çok yorulmuştum. Bu benim yaşamım olamazdı. Benim küçüklüğümden beri dua ettiğim, inandığım, güvendiğim Allah bir erkek olamazdı. Çok şükür ki Allah’ın cinsiyetinin olmadığını söylemişlerdi camide. Ama erkek olmayan Allah neden erkeklere hep başrolü, kadınlara ise yardımcı oyunculuğu veriyordu? Kadın ve erkek eşitti. Eşit hukuki statüleri, eşit sosyal hakları, eşit çocuklukları vardı. Üreme organlarımızın farklı olusu bizi eşit önem taşıyan iki puzzle parçası haline getiriyordu sadece. Fakat hayattaki sorumluluklarımız eşit, hayallerimiz eşit, acımız eşit ve en önemlisi irademiz de eşitti. Yani beynimizin ön lobu eşitti. Sadece o ön lobun gelişmesine kız çocuklarında daha çok izin veriliyordu. Oğlanlar zaten ontolojik bir farkın kabulüyle “hoşgörülüyorlardı“. Bütün bu gerçekleri görüyordum ve ailemden aldığım inançla ben kendi hayatının başrolünü oynamak isteyen bir feminist olmuştum. Benim hayatımda camideki kızların, hocanın, sürekli gözüken her bir saç teline kaç günah yazıldığını anlatan teyzelerin yeri yoktu. Ailem böyle bir ayrımcılık yapmamıştı. Ama ya Allah bu ayrımcılığı yapıyorsa?

“Oku yaratan Rabbin adına“ (Alak/1)

Kur’an’a dayanarak kadına şiddet uygulayan (Nisa/34) , cinsiyetinden ötürü erkeği kadından üstün gören (Bakara/228), erkeklerin çok eşli olmasını uygun bulan (Nisa/3), cennette erkeklere ödül olarak “memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar var“ (Nebe/33) vaad eden zihniyetin o zamana kadar meallere sızdığından habersizdim. Evde bulunan Elmalılı mealini açıp okumaya karar verdiğimde bana birinin kötü bir şaka yaptığını düşünmüştüm. Allah’ın varlığından emindim, fakat bana öğretilen dinin hakiki olmadığından da kesinlikle emindim. Cami hocasına, mütedeyyin cemaatimize teşekkür mektubu yazmalıydım, zira beni el birliğiyle hatta ve hatta sözde Kur’an mealiyle dinden soğutmayı başarmışlardı.

Artık ne olduğumu kendim de bilmiyordum fakat onların dinine mensup olmadığımı çok iyi biliyordum. İçimdeki iman yakamı tüm bu hayal kırıklığına rağmen bırakmak istemiyordu. Merakım daha da artmıştı. Her kitap kurdu gibi sığınacağım liman belliydi: kitaplar. İlk defa İslam tarihine, siyasal İslama, mezhepler tarihine, Nebi ve Resul kavramlarına, kadın Nebilere, Peygamberlerin eşitliğine, hatta dünyanın ilk üniversitesinin kurucusu olan Fatıma El Fihri’ye düşmüştü okuma yolculuğum. Arapça Kur’an sözlükleri benim için dini anlamadaki en önemli yardımcıydı. Bize şah damarımızdan yakın olan Allah asla o salt cinsiyetçiliğe, kadını ezmeye ve ikincilleştirmeye yönelik ayetlerin sahibi olamazdı. Nitekim meallerin yazarlarının eseriydi onlar.
Okulda aldığım Latince eğitimi bana Kur’an meallerindeki tahrifi anlamak için en iyi rehber olmuştu. Zorla eğilip bükülüp kadın karşıtı haline getirilen ve yalanla tercüme edilen ayetleri fark edebilmiştim. Arapça muazzam bir dildi. Her dil gibi kendi toplumunun ruhunu taşıyordu. Ve o toplumdan başlayarak çağın en büyük yarası olan kadını insanlaştırmanın, kendi hayatının subjesi haline getirmenin temelini atmıştı. Köleliği, itaati kaldırmıştı. Zaaflarımızı değil aklı ve iradeyi egemen kılıyordu. Oysa Müslümanlar Kur’an’a kesinlikle aykırı rivayetleri uydurup Kur’an’ı eksik bulmuşlardı. Hadis olmadan Kur’an anlaşılmaz lafına inandırılmışlardı. Çünkü hiçbiri Kur’an’ın tahrif edilmemiş bir mealini okumuyorlardı.

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?“ (Zümer/9)

Şimdi sevgili okur. Bu Ramazan bir farklılık yap. Kur’an’ın doğru bir mealini oku. Diyanetin veya Elmalılı Hamdi Yazır’ın veya herhangi bir cemaatin, tarikatın mealini değil. Aklın, ilmin, bilimin ve imanın ışığında çevrilmiş bir meal oku. Oku ve bırak tüylerin ürpersin. Oku ve bırak yüreğin Allah’a sarılmanın, O’na inanmanın, gerçekten güvenmenin huzuruna kavuşsun. Bırak gözlerin bir defa da manasını anladığın ayetler için ağlasın. Bırak namazda okuduğun ayetlerin anlamı dua dua damarlarında dolaşsın. Ve bırak aklınla imanın güçlensin. Sana akılla iman olmaz diyenleri dinleme. Oku ve gör Kur’an’da geçen kadın erkek eşitliğini, bilimsel ayetleri, yetime, yoksula, müşküle kucak açmayı, namaz ayetlerini, oruç ayetlerini, huzur ayetlerini, ahiret ayetlerini ve daha nice güzellikleri. Oku ve gör yukarıda kadın karşıtlığına örnek verdiğim ayetlerin yalan yanlış çevrildiğini, yalan yanlış manaların yüklendiğini, o sana din diye anlatılan rivayetlerin uydurma olduğunu. Oku ve gör ne kadar yanlış anlaşıldığını İslam’ın. Ve bırak bir defa da Allah sana kendini tanıtsın. Sonra bir düşün. İman ettiğin Rab sana o korkunç ayrımcı dini emretmiş olabilir mi? Yoksa sen okumadığın için mi başkalarının uydurduğu dini yaşıyorsun?

Ramazan Kur’an ayıdır. Kur’an’ı anlama, ruhumuzu Kur’an’la yıkama ve Allah’a olan güvenimizi güçlendirme ayıdır. Şimdi bana sen hoca mısın, hacı mısın, sen falanca alimden, filanca ermişten daha mı iyi bileceksin diyebilirsin. Bunca yıl herkes yanlış anladı bir sen mi doğru anladın da diyebilirsin. Oysa ben bir şeyin yenisini, koskoca İslam tarihinde hiç söylenmemişini söylemiyorum. Ben Kur’an’ı kendi kafama göre eğip bükmüyorum. Kimseye de fetva vermiyorum. Tek yaptığım şu ayete kulak kesilmek:

“O kullar ki, sözün tamamını dinlerler ve en güzeline uyarlar: İşte Allah'ın kendilerine doğru yolu gösterdiği kimseler bunlardır; ve işte onlar, akletme yetilerini kamil manada kullananlardır.“ (Zümer/18)

Hayrunnisa Akar